🏙️ Her Şeyin Sahibi Allah Tır
Herşeyden üstün ve yüce olan Celâl ve İkram sahibi Allah'ım! Sen Selâm'sın; selâm ve selâmet Senden gelir. Allah'ım her nefeste. her bakışta, her anda, semâlar ve yerler ehlinin her göz açıp kapamasında sana şehadetimizi takdim ederiz ki: Allah'ım Senden başka ilâh yoktur. Sen Teksin. Ortağın yoktur. Mülk senindir.
El-Melik, kainatın yegane sahibi ve her şeyin mutlak, hakiki mutasarrıfıdır anlamına gelmektedir. Tüm mevcudiyetin ve mülkün sahibi Allah’tır. Mutlak ve tek hükümdar anlamına gelen El-Melik, her şeyi Allah’tan istemek için bir nimettir. Gözle görünen ve görünmeyen tüm alemlerin sahibi olarak da açıklanmaktadır.
Mektubat-1, 41) Elbette her şeyde olduğu gibi kalplerde de hakiki tasarruf sahibi ancak Allah’tır. Aksini düşünmek ve iddia etmekse mümkün değildir. Çünkü Rabbimizin mutlak İrade sıfatı bunu gerektirir. Bizdeki cüzî dileme kabiliyeti dahi Rabbimizin küllî irâdesinden verilmiştir.
Gerçek Müslüman, Allah'a iman eden ve Yüce Allah'ın herkesin ve her şeyin Rabbi olduğunu bilendir. Allah'ın rahmet bakışıyla evrene bakandır. Allah'ın rahmet bakışıyla evrene
Allah her şeyin yaratıcısıdır. O her şeye şekil veren, ölçüsünü koyan, yolunu da gösterendir. O yarattıklarına bir ömür biçer, yaratma için bir kalıba ihtiyaç duymayandır. Ona ol demesi yeterlidir. Onun işi göz kırpması gibi anidir.
3 Allah vardır ve birdir. Her şeyin bir yapanı bir yaratıcısı vardır. Evreni yaratan da Allah’tır. Evrendeki varlıkların kendi kendilerini var etme güçleri yoktur. Evren hiçbir şeye muhtaç olmayan yüce bir yaratıcı tarafından yoktan var edilmiştir. 4- Her şeyi yaratan Allah’tır.
YoksaAllah’a, O’nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma ile Allah’ın yaratması onlara göre birbirine mi benzedi?” De ki: “Her şeyin yaratıcısı Allah’tır. O, birdir, mutlak hâkimiyet sahibidir.” Diyanet Vakfı: (Resûlüm!) De ki: «Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?» De ki: «Allah´tır.»
ADNAN OKTAR: İlim sahibi olan Allah’tır, insan cahildir. Ne kadar öğrenirse öğrensin, ne kadar bilgi edinirse edinsin, okudukça cehaletinin derecesini daha iyi anlar. Yani özellikle alim olan insanlar bunu daha iyi görürler. “Aman Allah’ım, ben ne kadar bilgisizim” derler okudukça. Mesela bin tane kitap okur, daha da artar. 2000 tane kitap okur, daha da
Allah insanın tercih ettiklerini yaratmaktadır. Nitekim her insan kendi tercihlerinden sorumludur: “ Her insanın işlediği amel çizelgesini boynuna taktık. Mahşer günü onun karşısına, dünyada yapmış olduğu her şeyin bir bir kaydedildiği ve önünde açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkaracağız. ‘Oku bakalım
Buakıl ve gücün sahibi, her şeyin Yaratıcısı olan Allah'tır. Bir canlının nasıl meydana geldiğini dahi açıklayamayan bir teori elbette ki o canlının davranışlarının nedenini ve kökenini de açıklamaktan yoksundur.
20Taha 4. Kuran’ı sana, sıkıntıya düşeşin diye değil, ancak Allah’tan korkanlara bir öğüt ve yeri ve yüce gökleri yaratanın katından bir Kitap olarak indirdik. ﴿4﴾ تَنزِيلًا مِّمَّنْ خَلَقَ الْأَرْضَ وَالسَّمَاوَاتِ الْعُلَى. 20-Taha 50. Musa: ‘Rabbimiz, her şeye
Dolayısıylasahip olduğumuz her şeyi bizlere veren bunlara sahip olma imkânı tanıyan, bunları istediği zaman almaya gücü olan, dolayısıyla her şeyin sahibi olan ALLAH’tır. Bu ayetler sadece bahsettiğimiz konuyu anlatmakla kalmıyor; bu ayetler aynı zamanda bence Kuran’ın eşsiz anlatım üslubuna da bir örnek oluşturuyor.
vUHcB5j. Sual Bazen Vehhabiliği, bazen Şiîliği savunan mutezile kafalı bir yazar, Nisa sûresinin 79 âyetinde, şerri insanların yarattığı bildirildi diyor. Her şeyi Allah yaratmadı mı?CEVAPElbette her şeyi yaratan Allah’tır. İki âyet-i kerime meali şöyledirHer şeyin yaratıcısı Allah’tır. [Zümer 62, Mümin 62]Rabbin, dilediğini seçip yaratır. Onların seçme hakkı yoktur. [Kasas 68]Sapık yazarın bildirdiği âyet-i kerimenin meali şöyledirSana gelen her iyilik, Allah’tan [bir ihsanı olarak] gelmekte, her kötülük de [günahlarına karşılık olarak] kendinden gelmektedir. [Nisa 79]Bu âyette, günahlarımız yüzünden kötülük geldiği bildiriliyor. Kötülüğü yaratan yine Allahü teâlâdır. Bundan önceki âyette, şerri de Allah’ın yarattığı bildiriliyor. O âyet-i kerimenin mealiKendilerine bir iyilik dokununca, “Bu Allah’tan” derler, başlarına bir kötülük gelince de “Bu senin yüzünden” derler. “Küllün min indillah [Hepsi Allah’tandır]” de! Bunlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar. [Nisa 78]Hepsini yaratan Allah’tır dendiği hâlde, bu mutezile kafalılar, bir türlü laf efendimizin ise bu konuda sayısız hadis-i şerifi vardır. Bir tanesi şu mealdedirKaderin, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmayan, mümin değildir. [Tirmizi]Meşhur Amentü hadisinde, imanın altı şartından biri şöyle bildiriliyorHayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmaktır. [Buhari, Müslim, Nesai]Muhammed bin Abdülkerim Şihristani hazretleri buyuruyor ki Mutezile kafalılar, İnsan, ihtiyarî yani istekli hareketlerini kendi yaratır. Allahü teâlânın şerri yarattığını söylemek doğru olmaz, çünkü şer zulmünü yaratan, zâlim olur. Allah'a zâlim denmez diyor. Bunların bu sözleri yanlıştır. İş sahibi, işi yaratan değil, bu işi yapandır. İnsan mahlûk olduğu gibi, yaptığı hayrı, şerri de mahlûktur. Saffat sûresinin 96. âyetinde mealen, Sizi de, yaptığınız işleri de yaratan Allah’tır buyuruldu. Ehl-i sünnet âlimlerinden İmam-ı Beydavi hazretleri, bu âyetin tefsirinde, Yaptığınız şeyler, insanın fiiliyle, hareketiyle olduğu için, insanın işi olur, fakat hareket kuvvetini veren, iş için lazım olan şeyleri yaratan, Allahü teâlâdır demektedir. Milel ve NihalEbu İshak Efendi hazretleri buyuruyor kiAllahü teâlâ, iyilik yapana karşılığını verecektir. Kimsenin iyiliği karşılıksız kalmayacaktır. Küfürden başka kötülüklerin birçoğunu da affeder. Küfrü dilemesine gelince, Hak teâlâ âlimdir. İlerde olacak her şeyi bilir. Hâkimdir, her şeyin en iyisini yapar. Dilediği kulunu rahmetine kavuşturur ve hidayet ihsan eder. Hiçbir şeyi yapmaya mecbur değildir. Nitekim Kur’an-ı kerimde Fatır suresi, 8. âyet-i kerimesinde mealen, Dilediğini sapık yolda bırakır, dilediğini de hidayete kavuşturur buyuruldu. Yani, iyiliği ve kötülüğü, kulların irade etmesi, dilemesiyle yaratır. Kulun iradesi, yaratmaya sebeptir, vasıtadır. Müminler irade-i cüziyyeleriyle imanı ve itaati dileyince, Allahü teâlâ da diler ve yaratır. Kâfir küfrü, fâsık ise günahı işlemek isterse, O da, irade ederse, kulun dilemesiyle bir şey var olmaz. Hak teâlâ da dileyince var olur. Allahü teâlâ, şerleri, kötülükleri de diler ve yaratır, fakat bunları sevmez, razı olmaz. Hayırları, iyilikleri ise hem diler, hem de razı olur, beğenir ve yaratır. Allahü teâlâ dilemedikçe, bir sinek, kanadını kımıldatamaz. İnsanların yaptıkları bütün iyilikler ve kötülükler, hep Onun dilemesiyle oluyor. Kullar bir şey yapmak irade edince, O irade etmezse o iş olmaz. O da dilerse, olur. Var olmasını dilemediği şey, var olmaz. Var olur demek, hâşâ âcizlik, gücü yetmemek olur. Allahü teâlânın her şeye gücü yeter. Eshab-ı kiram kitabıBirkaç hadis-i şerif meali de şöyledirAllahü teâlâ, hayır murat ettiğinin maişetini kolaylıkla verir. Şer murat ettiğinin ise, maişetini zorlukla karşılaştırır. [Beyheki]Allahü teâlâ buyurdu ki Kadere, hayrın ve şerrin benim takdirimle olduğuna inanmayan, benden başka Rab arasın. [Şirazi]Allahü teâlâ buyurur “Ben âlemlerin rabbiyim, hayrı da, şerri de ancak ben tayin ederim. Hakkında şer yazdığıma yazıklar olsun, hakkında hayır yazdığıma ise ne mutlu! [İ. Neccar]Allahü teâlâ, kullarının iyilik mi kötülük mü işleyeceklerini, elbette bilir, bildiğini yazıyor. Yoksa yazdığı için kul öyle yapmak zorunda kalmıyor. Cebriye zorla Allah yaptırır der, Mutezile ise, kaderi inkâr eder.
Değerli kardeşimiz, Bu düşünce genel olarak filozofların görüşü değildir, Baruch Spinoza 1632-1677 adlı düşünürün panteizmine aittir. Bu düşünce alem ve yaratıcı ayrımını reddederek “Her şey Allah’tır.” düşüncesini benimsemiştir. Buna göre düşünce ve mekân Allah’ın sıfatlarıdır. Spinoza’nın bu düşüncesini Friedrich Hegel 1770-1831 eleştirmiştir. Ona göre ise “Her şey Allah’tan”dır. Panteizm, tek bir varlık düşüncesi ile Allah’ın varlığı karşısında diğer varlıklara varlık derecesi vermeyerek aslında ilahi tekliği göz ardı etmektedir. Zira diğer varlıkların öz ve sıfatları ile mukayese ederek, ancak ilahi birlik anlaşılabilir ve rasyonel olarak iddia edilebilir. Çokluk olmaksızın bizim teklikten bahsetmemiz mümkün olmazdı. Kaynak ilahi olmakla beraber varlık derecelerinin farkı ise her şeyin ilahi irade tarafından kendi varlığına sahip kılındığını göstermektedir. Yine unutulmamalıdır ki Allah’ın varlığından öte bir zatlığı ve ferdiyeti vardır. Bu nedenle aklı başında hiçbir insan yaratılmış hiçbir nesnede, soyut ya da somut hiçbir şeyde böylesi ilahi bir zatlığı düşünmez ve onu ilah olarak vasıflandırmaz. Dolayısıyla düşünce ve mekan yaratılmış diğer varlıklar gibi mahluktur. Aksi olsaydı düşüncelerin ve mekânların Allah’ı ihata etmesi gerekirdi. Oysa düşünceler onun karşısında aciz kaldığı gibi, mekanların kapsadıkları şeylere de ilahlık yakıştırması yapılamaz. Bir şeyin Allah tarafından yaratılmış olması onu ilah yapmaz, aksine Allah’tan ayrı kendine ait bir varlık sahibi yapar. Bu nedenle bizim kendimize ait varlık sistemimizde düşünce ancak özne-nesne ilişkisi ile açığa çıkar. İnsanın bilgisi kendisinin yöneldiği konusu ile var olur ve buna zihin ya da düşünce deriz. Oysa Cenab-ı Allah böyle bir zorunluluktan münezzeh olduğu için onu zihin sahibi ya da düşünce adlandırması ile vasıflandıramayız. Bu tam anlamıyla insanbiçimci bir benzetme yanlışı demektir. Allah Teâlâ’nın Kur'an’da bildirdiğine göre, mutlak ve ezeli bir ilmi vardır. Onun ilmi konusu olmaksızın, tam bir ilimdir. Özne ve nesne ayrımı onun ilmi için söz konusu değildir. Dolayısıyla Allah düşünce ile vasıflandırılamaz. Varlıkların yaratılması veya yaratılmamış olmalarının onun ilmine getirdiği bir hususiyet ya da değişim yoktur. Zaten bu vasıfları ile o Allah olandır. “Onların bu hususta bir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise, şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez.” Necm, 53/28. “Sizin ilahınız kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan ancak Allah’tır. Onun ilmi her şeyi kuşatmıştır.” Taha, 20/98 Meallerini verdiğimiz bu ayetlerin de açıkça ifade ettiği gibi, kuşatan ilim Allah’a aittir. Kuşatılan bilgi, zihin ve düşünce ise bize aittir. O halde kuşatılan nasıl olur da kuşatan hakkında kendince bir hüküm verebilir. Selam ve dua ile...Sorularla İslamiyet
“Diyanet fetva verdi Fiyatları Allah artırıyor.”*Ne anlıyoruz bu ifadeden?Şunu anlıyoruz*Diyanet’in bugün Türkiye’de yaşanan fiyat artışlarıyla ilgili bir fetva verdiğini ve bu fetvasında da “Fiyatları hükümet artırmıyor, fiyatları tayin eden Allah’tır” dediğini anlıyoruz.*İyi ama bu doğru değil ama bu hakikati yansıtmıyor ki.*Her şeyden önce Diyanet, “Fiyatların artışından kim sorumludur?” şeklindeki bir soruya “Allah sorumludur” diye bir cevap doğru değil.*Diyanet, “Ticarette kâr haddi var mıdır?” şeklindeki bir soruya yanıt verirken bir “hadis” alıntısı Hz. Muhammed’in söyledikleri tam olarak şöyle*“Şüphe yok ki fiyatları tayin eden, darlık ve bolluk veren, rızıklandıran ancak Allah’tır. Ben sizden birinin malına ve canına yapmış olduğum bir haksızlık sebebiyle o kimsenin hakkını benden ister olduğu halde Rabbime kavuşmak istemem.”*Hz. Muhammed’in bu sözlerinden, bugünün iktisat biliminin ölçüleri içinde “Fiyatları tayin eden Allah’tır, hükümetlerin herhangi bir sorumluluğu yoktur” sonucunu çıkarmak için ya sıkı bir dangalak olmak lazım ya da gözü dönmüş bir art niyetli olmak lazım.*Eğer haber doğru olsaydı, yani Diyanet, “Fiyatları tayin eden Allah’tır” diye fetva verip hükümetin sorumluluğunu ortadan kaldırmaya çalışsaydı...Yaptığı Allah’a iftira atmaktan başka bir şey korkunç bir ihanet, “Diyanet kapatılsın” diye haykırmayı bile gerektirirdi.*Ama abi, olay böyle olmamış şöyle çarpıtılmış*Hadisin içinden alınan bir ifade, konteksinden çıkarılıp manşete çekilmiş. Olayın önünü arkasını bilmeyen, bilmediği gibi öğrenmeye de tenezzül etmeyen bir kitlenin önüne sonra gelsin “Fiyatları Allah artırıyormuş! Hahahaha!” diye bir mavra.*Peki bu olan bitende Diyanet’in hiç mi sorumluluğu yok?Olmaz mı? Tabii ki var.*Memleket, gözü dönmüş art niyetlilik ve sıkı dangalaklık girdabının tam göbeğindeyken...Alıntılanan hadisteki ifadenin saptırılabileceğini tahmin etmeliydi “Bu hadisi alıntılıyoruz ama hadiste geçen ifadeyi şöyle anlamak lazım” falan diye bir not düşmeliydi.*Böylece bir Peygamber sözünü, sıkı dangalaklığın ve gözü dönmüş art niyetliliğin vahşi kabalığına, acımasız alaycılığına ve laftan anlamaz tepinmesine kurban etmemiş AÇIKLAYACAĞI KONUT PROJESİNİN İPUÇLARIÇEVRE ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, birkaç gündür şöyle bir açıklama yapıyor*“Cumhuriyet tarihinin en büyük sosyal konut projesini başlatacağız. Projelerimizi Cumhurbaşkanımızın vereceği büyük bir müjdeyle duyuracağız.”*Merak ettim, “Nedir acaba açıklanacak proje?” Kurum’u aradım.“Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın vereceği müjdeyle ilgili ipuçları verebilir misiniz?” dedim.*Müjdeyi erken açıklamış olmamak için olağanüstü hassasiyet göstererek ipuçlarını verdi.*Açıklanacak projeler üç alanda olacakmışBİR Şehirlerin çeperlerinde herkesin kendi evini yapmalarına imkân sağlayacak arsa satışı projesini daha da somut hale getirip başlatacaklarmış.*İKİ TOKİ’nin her yıl yaptığı konut sayısını rekor düzeyde arttıracaklarmış. Yeni evlenenlere, gençlere konut sahibi olma fırsatı sunacaklarmış.*ÜÇ Bazı şehirlerde sanayi ve üretimle ilgili tesis taleplerini karşılayacak önemli adımlar atacaklarmış.*Peki müjde ne zaman açıklanacak?“Ağustos’un ortasında açıklanması için yoğun biçimde çalışıyoruz” dedi Bakan İLE ANELKAİki belgesel izledim Biri Neymar belgeseli, diğeri Anelka belgeseli. Futbola düşkün olmadığım halde bu iki ismin futbolda neye karşılık geldiğini merak ettim. Her iki ismin maceralarını izledikten sonra edindiğim izlenimler şunlardırNEYMAR Belgeselde şöyle bir şey söyledi Neymar “Varoşlardan çıktık ama içimizdeki varoştan çıkmadık.” Bir yetenek abidesi olduğu halde imajını yönetememesinin en önemli nedeni belki de buydu. Hiç kolay bir sınanma değil tabii. Dünya çapında büyük bir efsaneye dönüşmek ve bunu hazmetmek. Neymar, bu sınavdan çaktıkça “Bana ne ya? Ben futbolumu oynarım. Onun dışındakiler kimseyi ilgilendirmez” türü bir felsefeye sığınmış hep. Futbolculuğu Pele’yle mukayese ediliyor ama ben kişilik olarak kendisine pek ısınamadım.*ANELKA Ters bir adam... Sürekli kendisine haksızlık yapıldığını düşünüyor. Herkesin kendisiyle uğraştığına yürekten inanmış. Aşırı alıngan. Hep ama hep arıza çıkarıyor. Geçimsiz ki hem de ne geçimsiz. Prensipleri var. Zerre taviz vermediği prensipleri... Fenerbahçe’ye de yolu uğramış, gerçi belgeselde bu uğrak üç saniyede geçiyor ama olsun. Şimdi emekli. Yerleştiği yer Dubai. İşte bu seçimiyle benden acayip eksi puan aldı. Zevkler ve renkler tartışılmaz ama yerleşmek için seçilecek yer dünyanın en yapay şehri Dubai mi olmalıydı?MUHAFAZAKÂRLAR CHP’YE OY VERİR MİCHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu, geçen gün şöyle demiş*“Muhafazakâr kesim CHP adayına oy vermez iddiasına katılmıyorum.”*Eğer...- CHP’nin hinterlandında yer alan muhaliflerin, hınç ve nefret dolu yaklaşımları CHP’nin çeşitli katmanlarından buram buram yükselen rövanş beklentisi bu kadar ayyuka CHP’nin etrafına yuvalanmış çeşitli kesimlerin iliklerine kadar işlemiş o destansı nefret gitgide AK Parti’ye oy verenlere yönelik ağır hakaretler, yüz buruşturmalar, küçümsemeler bu denli Zafer kazanma ihtimalinin belirmesi karşısında içine girilen şımarıklıklar, tehditler, yukarıdan konuşmalar de Kemal Kılıçdaroğlu’na katılabilirdim.*Yani demem o ki...Kemal Kılıçdaroğlu’nun tek başına dilini değiştirmesi yetmez. Liderlik yaptığı kitleyi de esaslı bir dönüşümden geçirmesi şart.*Peki bunu başarabilir mi?İyi ama lider dediğin de bunu başarabilen kişi değil midir?
Her ilim ve sanatın kendine has terimleri ve kavramları vardır. Bütün ilim ve sanat dallarında var olan kavramlar, tarihi seyri içinde tasavvuf ilminde de var olmuştur. Diğer İslamî ilimlerde olduğu gibi, tasavvufta kullanılan kavramlar da genellikle Kur'ân ve sünnetten alınmadır. Mutasavvıfların kavramları genellikle iki maksatla kullandıkları belirtilmektedir 1. Anlaşılması zor konuların ehli tarafından daha kolay anlaşılmasını sağlamak 2. Ehil olmayan kimselerden tasavvufî sırları gizli tutmak.1 Klasik tasavvuf kitaplarında makam, hal, menzil ve vakt gibi gruplara ayrılarak tasnif edilen tasavvufî kavramların bazıları aşağıda açıklanmaktadır. Bir hadiste "ihsan" olarak ifade edilen, "Allah'ı görüyormuşçasına kulluk etmek, ya da Allah'ın bizi gördüğü duygusuyla ibadet" anlayışı, murakabe kavramına işaret sayılmıştır. Murakabe bir bakıma kalbî ve zihnî teksiftir. Gönüldeki ve kalpteki düşüncenin "Allah" zikri ve fikri etrafında yoğunlaştırılmasıdır. İBADET "Abd" kökünden gelen bu kelime, tasavvufta Allah rızasına yönelik her türlü hareket ve davranışı içine alır. "Ben insanları ve cinleri, Ben'i tanıyıp ibadet etsinler diye yarattım." ez-Zariyat, 51/56 ayetine dayanır.2 TAKVA Kelime anlamı herhangi bir "tehlikeden korunmak" demektir. Tasavvufi manada takva, kalbi günahlardan temizlemek demektir. Ehl-i hakikate göre takva, kişinin Allah'a itaatle ilahi cezadan sakınmasıdır. Bir başka ifadeyle takva, "Seni Allah'tan uzaklaştıracak şeylerden uzaklaşmandır."3 Aynı zamanda mutasavvıflar tarafından sınırları korumak ve ahde vefa olarak da ifade edilmektedir.4 Dolayısıyla takva için bütün iyilikleri kendinde toplayan bir haslettir, denilmektedir. Takvanın aslı önce şirkten, sonra kötü ve günah olan fiillerden, daha sonra günah olması ihtimali olan amellerden sakınmak, en sonra da fuzuli ve lüzumsuz olan şeyleri de terk etmektir.5 VERÂ El çekmek, uzak durmak demektir. Haram ve yasak olan şeylere düşmemek için, şüphelilerden sakınmaktır. Bir başka ifadeyle, ağızdan kalbe giren ve çıkanın Allah ve Resul'ünün sevdiği şeyler olmasına dikkat etmektir. Resulullah Sav "Kişinin kendini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi İslam'ı iyi anlayıp tatbik ettiğinin delilidir." Tirmizî, Zühd buyurmuştur. Verâ, zühdün başlangıcı sayılır. Çünkü verâ şüpheliyi, zühd ihtiyaçtan fazlasını terk etmektir. Verâ, Kur'ân ayetlerinde geçmez. Fakat hadis-i şeriflerde çok defa geçmektedir. Hadislerde bu kavram, genellikle haram ve şüpheli şeylerden sakınmak anlamında kullanılmıştır. Sufiler, Peygamberimiz'in "Verâdan daha kolay ve sağlam bir yol görmedim." Buhari, Buyû', 3 "Gönlüne şüphe düşüren şeyi bırak, şüphe düşürmeyene bak!" Buhari, Buyû', 3 gibi hadis-i şeriflerini esas alarak, verânın hassasiyetle uygulanmasının, kişinin günah ve şüpheli olan şeyleri tanımasına yardımcı olacak bir sezgi ve duyuş özelliği kazandıracağını ifade etmiştir.6 Yahya b. Muaz şöyle der "Verânın iki şekli vardır Zahirî verâ; Allah Teala'nın rızasından başka bir şeyin seni harekete geçirmemesidir. Batınî verâ; kalbine Allah Teala'dan başka bir şeyin girmemesidir."7 TEVBE Tevbe; günahtan dönüp edip Hakk'a yönelmektir. Genellikle tasavvufi makamların ilki sayılır. Tevbe, tasavvufta şeriatın yerdiği şeyden övdüğü şeye dönmek olarak kabul edilir. 8 Peygamberimiz tevbeyi nedamet olarak tanımlamıştır. Tasavvufta tevbenin sağlıklı olabilmesi için, mazi, hâl ve istikbale ait şu üç esasın bulunması şarttır 1. Yapılan günahlara pişmanlık mazi 2. Günahlardan sıyrılmak hâl 3. Bir daha günaha dönmemeye azmetmek istikbal9 Tevbe, bazı mutasavvıflarca üç derecede incelenmiştir 1. Tevbe Allah'ın azabından korkarak günahı terk etmek. Bu birinci basamaktır. 2. İnabe Allah'ın sevap ve mükâfatına bel bağlayarak O'na yönelmesidir. Tevbenin orta noktasıdır. 3. Evbe Hakk'ın rızasını kazanmak ve sadece O'na yönelmektir. Bu en ileri derecedir.10 ZİKİR Unutmamak, hatırlamak, zihinde tutmak, yâd etmek, anmak demektir. Kur'ân'da zikir genellikle lügat anlamlarına uygun şekilde Allah'ı anmak, O'nu daima hatırlayıp hiç unutmamak manalarında kullanıldığı gibi "namaz" ve "Kur'ân" gibi anlamlarda da kullanılmıştır. Zikrin fazileti hadislerde de övülmüştür. Tasavvuf erbabı, ayet ve hadislerin aydınlığında zikri, tarikatların "üssü'l-esas"ı saymışlardır. Zikir kulun Rabbine yaklaşmasını sağlayan en büyük ibadet olarak nitelenmiştir.11 Ancak zikrin gizli veya aşikâr yapılışı hususunda farklı görüş ve uygulamalar ortaya çıkmıştır. Tarikatlar, tarihi seyri içinde ferdî ve toplu zikre büyük önem vererek, bunun icra şekli konusunda değişik usuller geliştirmişlerdir. Toplu zikre genellikle sema, ayin, hadr gibi; ferdî zikir türleri de lisanın, kalbin, hafînin, ahfânın, sırrın zikri gibi adlar almıştır.12 MURAKABE Lügat anlamı itibariyle denetlemek, kontrol etmek manalarına gelen bu kavram Kur'ân'da değişik biçimlerde geçer. Bir tasavvuf kavramı olarak murakabe, kulun gönlüne ve iç dünyasındaki duygu ve düşüncelerine Allah'ın muttali olduğunu bilmesi ve bu sebeple kalbini ilahi zikirden alıkoyacak kötü düşüncelerden arıtmasıdır. Hem içte hem dışta Hakk'a yönelmenin maksadını sürekli düşünmek demektir.13 Bir hadiste "ihsan" olarak ifade edilen, "Allah'ı görüyormuşçasına kulluk etmek, ya da Allah'ın bizi gördüğü duygusuyla ibadet" anlayışı, murakabe kavramına işaret sayılmıştır. Murakabe bir bakıma kalbî ve zihnî teksiftir. Gönüldeki ve kalpteki düşüncenin "Allah" zikri ve fikri etrafında yoğunlaştırılmasıdır.14 Zira murakabe, kulun Hak Teâlâ'nın her halükârda onu denetlemekte olduğunu bilmesidir.15 İTMİNAN İtminan kelimesinin sözlük anlamı, sıkıntıdan sonra sükûnete ermek, karışıklıktan sonra düzelmek şeklinde ifade edilebilir. Kur'ân'da on üç yerde geçen bu kavram, kalp ve gönlün bir şeye güvenip bağlanması ve bu güvenle huzura ermesi demektir. Tasavvufi olarak itminan kalpte hiçbir şüpheye yer bırakmadan Allah'a yönelmektir. İtminan, kalbi aklına galip, imanı kavi, ilimde derinlik sahibi, zihni duru, özü sağlam kimselerin halidir.16 SIDK Doğruluk, gerçeklik ve kalp temizliği gibi anlamlar ifade eder. Kelam âlimlerinin peygamberlik sıfatı saydığı bir özelliktir. Sıdk, söz, fiil ve davranışlardaki tutarlılık, iç ve dışın birbirine uygunluğu demektir. Gazzali'nin ifadesine göre sıdk, hem lisanda, hem niyet ve iradede, hem de azim ve amelde olmalıdır. Bunlardan niyet ve iradedeki sıdkın adı ihlastır.17 İHLAS Temiz ve katışıksız yapmak, seçmek, gönülden bağlılık demektir. İbadet ve davranışları yalnız Allah'a has kılarak yapmak, başka düşüncelerden temizlemektir. Tevhid inancının özüdür. İhlas, riyanın zıddı olup kalbi, temizliğini bozacak düşüncelerden uzak tutmaktır. Sehl b. Abdullah Tüsterî'nin "insanlara en ağır gelen amel" diye tanımladığı ihlasın zorluğunun sebebi, nefse ait bir pay taşımamasıdır. Cüneyd Bağdadî ihlas hakkında şunları söyler "İhlas kul ile Allah arasında bir sırdır. Melek onu bilmez ki sevap yazsın. Şeytan ona muttali olamaz ki ifsad etsin, heva ve heves onu fark edemez ki kendine meylettirsin."18 SABIR Sabır, elem, sıkıntı ve belalara sızlanmayı terk etmek demektir. Sabır tasavvufta bir makam olduğu kadar, ahlakî bir kavramdır. Sabır iki yerde olur a. Kulun iradî fiillerinde b. Kulun iradesi dışında kalan bela ve musibet anında Sabır insana has bir sıfattır. Aynı zamanda hoşa giden şeylere de sabır gerekmektedir. Nimetlere sabır, onlara bel bağlayıp güvenmemektir.19 Sabır, bütün makamları, halleri, ahlakları, amelleri ve halleri içerir. O halde hiçbir şey sabrın dışında değildir; çünkü sabır hüküm itibariyle makamların en geneli, etki olarak huyların en kapsamlısıdır. Hiçbir şey sabır olmaksızın tamamlanmaz.20 Tevekkül sahibinin hali şöyle anlatılır O, kullardan herhangi bir beklenti ve ümit içinde olmaksızın kalp sükûneti kazanmış, onların sahip olduklarını düşünerek tasalanmayı bırakmış, tamahkârlığı terk ederek kalbini her şeyi planlayan ve kalpleri şekilden şekle sokan Allah Teala'ya adamış ve her şeyin arkasında Hakk'ın olduğunu söyleyebilen kimsedir. TEVEKKÜL Lügatte, işini birine havale etmek, vekile kalpten güvenmek anlamlarına gelmektedir. Gönlünde Allah'tan başka fail olmadığı inancı taşıyan kulun O'na güvenip dayanmasıdır. Tevekkül, ilk zahid-sufilerden itibaren tasavvuf çevrelerinde değişik şekillerde anlaşılmıştır. Mutasavvıflara göre tevekkül, bir kalp işi ve güven duygusu olması itibariyle üç derecede gerçekleşir a. Kulun kendi vekiline karşı itimadı gibi Allah'a güvenmesi b. Kulun annesinden başkasını tanımayan çocuk gibi, sadece Allah'a yönelmesi c. Kulun kendini gassal önünde meyyit, rüzgar önünde yaprak gibi Allah'a teslim etmesi Tevekkülü, tevekkül, teslim ve tefviz diye üçe ayıranlar da vardır. Tevekkül, Allah'ın vaadine güvenmek, teslim, O'nun bilgisiyle yetinmek, tefviz de Hakk'ın hükmüne razı olmaktır.21 Tevekkül sahibinin hali şöyle anlatılır O, kullardan herhangi bir beklenti ve ümit içinde olmaksızın kalp sükûneti kazanmış, onların sahip olduklarını düşünerek tasalanmayı bırakmış, tamahkârlığı terk ederek kalbini her şeyi planlayan ve kalpleri şekilden şekle sokan Allah Teala'ya adamış ve her şeyin arkasında Hakk'ın olduğunu söyleyebilen kimsedir.22 ŞÜKÜR Şükür, nimeti vereni düşünüp nimetini ikrar ve itiraf ile bu ihsanından dolayı O'na hamd etmek ve o nimeti O'nun gösterdiği istikamette kullanmaktır. Bir başka ifadeyle ihsanda bulunanın nimetini ona boyun eğerek ifade etmektir.24Gazzali şükrü, halktan birisine padişahın at hediye etmesi örneğiyle anlatır Böyle şanslı bir kişinin üç sebeple sevinmesi muhtemeldir a. Ata sahip olduğu için, b. Padişah kendisini hatırladığı için, c. Bu at ile sultana hizmet etmek için. Dolayısıyla şükür aynı zamanda Allah'ın verdiği nimeti, yine Allah'ın gösterdiği yolda ve O'na yakınlaşmaya vesile olarak kullanmaktır.24 RIZA Hoşnutluk, beğenmek, izin, müsaade ve boyun kesmek demektir. İlahî hüküm karşısında kulun itirazsız boyun eğmesidir. Rıza, tasavvuf makamlarının en üstünü olarak kabul edilmiştir. İki boyutludur a. Kulun Allah'tan razı olması b. Allah'ın kuldan razı olması O, rızaya rızayla karşılık verir. Bu da ödül ve karşılığın zirvesi, ilahî lütfun zirve noktasıdır.25 Rıza ile sevgi arasında bir ilişkinin bulunduğu bilinmektedir. Çünkü seven sevdiğinden gelen acıyı duymaz.26 Rıza her konuda kaderin akışına teslim olmak, her hali güzel ve hoş karşılayıp Allah'ın kazasını başkasına şikayetten vazgeçmektir. FAKR İhtiyaç duyulan şeyin yokluğu demektir. Tasavvufta kulun kendinde bir varlık görmemesi, her şeyi Hakk'a bırakması, şahsının, amelinin, hâlinin ve makamının Allah'ın lütfu olduğunu kabul etmesidir. Her şeyin gerçek sahibi Allah'tır. Bu yüzden bütün varlıklar ona muhtaçtır.27 Sâlik [tasavvuf yolundaki yolcu] bu makama ulaştığında ruh, başka şeylere sapma ve ilgilenme kayıtlarından kurtulur. Gerçek fakr makamına ermek, hakikate dönmek anlamını taşır.28 İstikamet tasavvufta genellikle keramet ile birlikte kullanılır ve "kuldan beklenilenin keramet değil, istikamet olduğu" sıkça vurgulanır. Çünkü mutasavvıflara göre istikamet, amellere hayat veren ve hallerin arınmasını sağlayan bir ruh olarak kabul edilir. ZÜHD Allah'tan başka her şeyi gönülden çıkarmak, değer vermemek, ne varlığa sevinmek, ne de yokluğa üzülmek, Allah ile ganî, Allah ile Aziz olmaktır. Zühd, tasavvufun ilk şeklidir. Sufilere göre, eşyaya dair bütün isteklerin düşmesidir.29 Bu sebeple zahid, elinde mevcut olan dünyalığa sevinmeyen ve elden çıkan için de hayıflanmayan kimse olarak kabul edilir. 30 Kısacası zühd, Allah ile olmayı önleyen her türlü masiva ve dedikodudan uzak durmak, kalpte onlara yer vermemektir.31 KANAAT Elde olanla yetinmek, Allah'ın verdiğine sabredip razı olmaktır. Bir başka ifade ile çalışıp çabalayarak bütün gayretini sarf ettikten sonra, ele geçene razı olmaktır.32 Bişr Hafî, "Kanaat bir melektir. O ancak müminin kalbinde ikamet eder." sözüyle mutasavvıfların kanaatin önem ve özelliğine işaret etmektedir.33 İSTİKAMET Düzgün ve doğru hareket etmek, bir şeyin hakkını tam vererek yapmak demektir. İstikamet, haddi aşmanın zıddıdır. İstikamet tasavvufta genellikle keramet ile birlikte kullanılır ve "kuldan beklenilenin keramet değil, istikamet olduğu" sıkça vurgulanır.34 Çünkü mutasavvıflara göre istikamet, amellere hayat veren ve hallerin arınmasını sağlayan bir ruh olarak kabul edilir.35 1 Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Yay., İstanbul 2002, s. 153. 2 s. 156 3 4 Bu konuda bilgi için bkz. Abdürrezzak Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, İz Yay., İstanbul 2004, s. 146-147. 5 Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyri Risalesi, haz. Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İstanbul 2003, s. 200-203. 6 Mesnevî, 1,477. 7 Yılmaz, s. 157-158. 8 Kuşeyrî, s. 204 9 s. 188. 10 Bu konuda bilgi için bkz. Ebu Tâlib Mekkî, Kûtü`l-Kulûb, İz Yay., İstanbul 2004, c. II, s. 158- 170. 11Yılmaz, s. 159-161 12 Kaşani, s. 248 13 Yılmaz, 14 Yılmaz, 15 Yılmaz, s. 164-165 16 Yılmaz, s. 168-169, Kuşeyrî, s. 292-295 17 Yılmaz, s. 165-168 18 Yılmaz, s. 169, Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, İFAV, İstanbul 2001, s. 163-165 19 Yılmaz, s. 170-171 20 Kâşanî, s. 326 21 Yılmaz, s. 172-173 22 Tevbe konusunda geniş bilgi için bkz. Ebu Talib Mekkî, c. III, 17-128 23 Kuşeyrî, s. 258-259 24 Yılmaz, s. 173-174 25 Mekkî, c. III, s. 132 26 Yılmaz, s. 175-176 27 s. 177 28 Kâşanî, s. 438 29 s. 282 30 Kuşeyrî, s. 209 31 Yılmaz, s. 179 32 s. 180 33 Kuşeyrî, s. 246 34 Yılmaz, s. 181 35Kâşanî, s. 57
Bu konuda kesinlikle yanlış olanlar vardır, bazen doğru olanlar vardır, genelde doğru olanlar da vardır... Konumuz; karşı karşıya olduğumuz ve cevabını bilmek, bulmak ve öğrenmek istediğimiz bir durum ile ilgilidir. Yoksa ilim ehli olmadan rastgele akıl ve mantık yürüterek bir gerçeğe ulaşılabilir mi şeklindeki felsefî bir tartışmayla alâkası yoktur. Zira her Müslüman bilir ki, mutlak doğruyu ancak Allah bilir ve kullarına bildirir; bize düşen de Allah’tan gelen gerçekleri hak’ bilmek ve onlara uymaktır. Sorumuzun mecrası, herkesin dilinde pelesenk olan akla ilk gelen doğrudur’ şeklindeki bir varsayım hakkındadır. Bu soruya, örnek ve açıklamalarla cevap arayalım. بِسْــــــمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰـنِ الرَّحِيـمِ HER ZAMAN AKLA İLK GELEN ŞEY, DOĞRU MUDUR? Akla gelen şeylere ve kişiye göre değişir. Bu konuda kesinlikle yanlış olanlar vardır, bazen doğru olanlar vardır, genelde doğru olanlar da vardır... Konumuz; karşı karşıya olduğumuz ve cevabını bilmek, bulmak ve öğrenmek istediğimiz bir durum ile ilgilidir. Yoksa ilim ehli olmadan rastgele akıl ve mantık yürüterek bir gerçeğe ulaşılabilir mi şeklindeki felsefî bir tartışmayla alâkası yoktur. Zira her Müslüman bilir ki, mutlak doğruyu ancak Allah bilir ve kullarına bildirir; bize düşen de Allah’tan gelen gerçekleri hak’ bilmek ve onlara uymaktır. Sorumuzun mecrâsı, herkesin dilinde pelesenk olan akla ilk gelen doğrudur’ şeklindeki bir varsayım hakkındadır. Bu soruya, örnek ve açıklamalarla cevap arayalım. Mesela; bazı şeyler aklî muhakeme, analitik düşünce ve aklın verilerine yani aklın uygun bulduğu 'ma'kûlât' ya da 'akliyyât' denilen meselelere dayanır ki, bunlar akıl yoluyla kavranabilen, anlaşılabilen ve elde edilebilen bilgilerdir. Bu konularda sağlıklı aklın yani doğruyu yanlıştan ayırt etme yeteneğine hâiz olan aklıselim'in ilk aklına gelenler –istisnaları da olmakla beraber- doğru olur. Bazı şeyler de ma'kûlât'ın zıddı olarak, gözle görülen ve duyularla hissedilen şeylerdir ki, bunlara da 'mahsûsât' denir. Bilindiği gibi, gözün gördüğü ve tecrübeyle sabit olan şeyler, insan beyninde kaydedilmiş belgelerdir ki, insan bazen onları unutsa dahi, bazı olaylar karşısında insanın dili beyninden gelen mesajları söyler. Ayrıca bu türden meselelerde, hislerin rolü büyüktür. Hisleri kuvvetli ve zihni açık olan kimselerin aklına ilk anda gelenler doğru şeyler olabilmektedir. İstenen cevap, 'muhayyelât' ile alâkalı yani zihinde tasarlanan, canlandırılan, hayale dayalı şeylerden oluşmuş ise, mahsûsât’ı açıklarken dediğimiz gibi, hisleri, hayalleri kuvvetli, zihni temiz ve açık olan kimselerin ilk anda akıllarına doğru cevap gelebilmektedir. Fakat cevabı istenilen şey, çeşitli ilim ve bilim dallarında yer alan hakikatler ve veriler hakkında olursa, soru sorulan meselede ilim bilgi sahibi olmadıkça, doğru cevap ilk anda akla gelmez ve düşünmekle de bulunamaz. Tahmin ve zan yoluyla, farkına varmadan doğruyu söyleme durumuna gerçeğe ulaşmak denilemez. Çünkü bu durumda bile cevaptan emin olunamaz. Cevabın doğruluğu gerekçeli olarak ispat edilemez. Yani ilim gerektiren meselelerde bir soruyla karşılaşıldığında, ilim sahibi olmadan o soruyu sadece akıl, duygu ve his ile doğru yanıtlamak mümkün olmaz. Bu durumlarda doğruya isabet etmek, 'bilmek' anlamına gelmez. Şöyle ki, bilgi sahibi olmadan, iki seçenekli bir sorunun doğru cevabını tutturmak, iki seçenek arasında zar atmaya benzer. O zarın doğru seçeneğe rastlaması ihtimali %50’dir. İşte buna 'ilim' denmez, 'zan' denir. Tabir-i câizse o zar atan kişiye, 'neden, niçin?' diye sorulduğunda, verdiği cevabın sağlamasını yapamayacak ve gerekçesiyle cevabın doğruluğunu ispat edemeyecektir. Aynen bunun gibi dört seçenekli sorularda, rastlantıyla doğruyu bilme oranı %25 iken, beş seçenekli sorularda bu ihtimal %20 olmaktadır. Dolayısıyla görüldüğü üzere, bu tür meselelerde ilk akla gelen his ile doğru tespit edilemez. İnsan farkına varmadan doğruyu telaffuz etse bile, o zan kişiyi hedefe ulaştırmaz. Klasik sorularda bu dediğimiz durum, herkesin ittifâk ile kabul ettiği bir gerçektir. Bir kimseye hiç bilmediği bir meselede soru sorulup sonra da önündeki boş kağıda cevabını yaz’ dense, doğru cevap alınamayacaktır. Test usulü sorulara gelince de, şu net ifadeyi söylemekle yetinelim. Bilgi gerektiren hiçbir test sınavında, çalışmadan başarılı olan kimse görülmemiştir. Bu tarihî ve tecrübî bir gerçektir. Tabi ki sorular, sahasında ehil kimselerce hazırlanmış ise… Bir kimse önündeki seçenekler arasında ne kadar analitik düşünürse düşünsün, sonunda ana çeldirici’ denen yanlış cevap’ ile doğru cevap’ arasında kalacaktır ve genellikle de yanlışı 'doğru' zannederek işaretleyecek veya söyleyecektir. İşte ilim ve bilgi gerektiren konularda durum böyledir. Bu konularda akla ilk gelen şeyin doğru olduğunu mutlak olarak söylemek yanlıştır! Bu soruya şöyle de cevap verebiliriz. Bilginin kaynağı üçtür; haber-i sâdık doğru haber yani vahiy yoluyla bizlere bildirilmiş hakikatler, havâss-ı selîme sağlıklı olan beş duyu organının elde ettiği veriler ve zaman içerisinde insanların kazandıkları tecrübeler. Buna göre, beş duyu organının verileri ile tecrübeye dayalı bir meseleyle karşılaşıldığında, -kişiye göre değişmesine rağmen- bazen ya da çoğu zaman ilk akla gelen doğru olabildiği halde, haber-i sâdık konularında yani ilim gerektiren meselelerde ma'lûmât sahibi olmadan ilk akla gelen devamlı yanlış kabul edilir. Zan yoluyla doğruya isabet etmek de, 'bilgi' kabul edilmez. Çünkü, o bilginin doğruluğunu ispat etmek de ilim gerektirir ve ilimsizce konuşmak 'kötü ahlak'tan kabul edilir. Bu konudaki en güzel sözü Peygamberimiz söylemiştir وَمَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ فَلْيَقُلْ خَيْرًا أَوْ لِيَصْمُتْ “Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse, ya hayır söylesin ya da sussun!” Buhârî, 6018, 6019, 6135, 6136, 6138, 6475, 6476; Müslim, 47, 48; Tirmizî, 1967, 2500; Ebû Dâvûd, 5154; İbn-i Mâce, 3672, 3971 Bazı filozofların kabul ettiği 'sezgi metodu' yoluyla elde edilen hisler 'ilim' ya da 'bilgi' sayılmaz. Zira hakikat, insanların his ve heveslerine terk edilmemiştir. İslâm'da ise 'ilhâm' bağlayıcı bilgi kaynağı sayılmaz. İslâmî kaynaklarda geçen kalbî müşâhede, ilhâm ya da firâset bilginin temel kaynaklarından değil, temel kaynaklara dayanan bilginin açıklaması mesabesinde sayılabilir. Temel bilgi kaynağı vahiydir; akıl ve beş duyunun verileri ile insanların zamanla elde ettikleri tecrübeler ve pozitif ilimler, teknolojik ve maddî inkişaf ve terakkiler müstakil ve temel bilgi sayılmazlar. Bunlar temel bilgi olan vahye tabidirler ve onun içinde alt bölümlerde mütalaa edilirler. Çünkü vahye aykırı olan hiçbir şey, ilim veya bilim sayılmaz. Sonuç olarak; akla doğan ilk şeye, hangi meselelerde bazen güvenilebileceği, hangi meselelerde hissin, duygunun, aklî muhakeme ve analitik düşüncenin bir faydasının olmadığı böylece ortaya çıkmıştır sanırım. Bu izahatlarla, hangi konularda ilk akla gelen şeylerin doğru olma ihtimali vardır ya da yoktur, ana hatlarıyla netlik kazanmaktadır. Tabi ki bu durum, kişilere ve kişilerin kişilik ve bilgi, birikim, tecrübe gibi özelliklerine göre farklılık göstermektedir. Akla ilk gelen şeyler konusunda ilim, akıl, zeka, psikoloji ve tecrübe gibi etkenlerin büyük rolü vardır. Bunlara sahip olan bir kimse, sağlıklı bir muhakeme ile genelde doğruya ulaşır, bu meselelerde yetersiz olan kimse ise doğrudan uzaktır. Özellikle ma'lûmât konularında bilgisiz olan kimselerin aklına gelen şeylerin tamamı yanlıştır. Bir de iman, takvâ, ihlâs, sıdk gibi konularda karşılaşılan sorular vardır ki, bu durumda doğruya ulaşmak için, kişide ma'lûmât dışında köklü bir iman, Allah korkusu, ihlâs ve samimiyet, sadakat ve vefâ, Allah vergisi firâset, basiret, hikmet ve furkân gibi değerlerin de bulunması icap eder. Yani bu konularda hakkı bilme ve kavrama konusunda ilim, iman ve takvâ derecesinin doğrudan etkisi vardır. Başarı ve muvaffakiyet ancak Allah'tandır. "Benim başarım ancak Allahın yardımı iledir." Hûd 88 Yusuf Semmak Yusuf SemmakHAYATIMIZI DÜŞÜNCELERİMİZ DEĞİL; "ÂLEMLERİN RABBİ ALLAH DİLEMEDİKÇE SİZ DİLEYEMEZSİNİZ" TEKVÎR 29 AYETİ GEREĞİ, ALLAH’IN MUTLAK İRADESİ ŞEKİLLENDİRMEKTEDİR HAYATIMIZIN ŞEKİLLENMESİNDE, ALLAH'IN İZNİYLE, İMTİHAN GEREĞİ BİZİM CÜZ-İ İRÂDEMİZİN ROLÜ DE MALUMDUR... Hiç şüphesiz hayatımızda düşüncelerimizin önemi de büyüktür. Zira biz, varlığımız ve amellerimizle olduğu kadar duygularımız, fikirlerimiz ve inançlarımızla bir bütün olarak insanız. Psikolojide geçen "çekim yasası" denen şey, pozitif düşüncelerin olumlu sonuçlar, negatif düşüncelerin de olumsuz sonuçlar doğuracağı faraziyesini, yerçekimi kanunu kadar gerçek bir kanun gibi savunmaktan ibarettir. Bu varsayımı bu denli kesin kanunmuş gibi savunmayanlar da elbette vardır. Mutedil olmak gerektiğini hatırlatarak birkaç açıklama yapalım. Olumlu düşüncenin, insan açısından olumlu sonuçlar doğurması ümid edilir. İslâm’da hüsn-ü zann ve hüsn-ü te’vîl esastır. Güzel zanlarda bulunmak ve güzel yorum yapmak gerekir. Olumlu düşünme, olumlu yorum yapma, her şeye güzel tarafından bakma, insanın kendi hayatıyla alâkalı konularda pozitif olması inşâAllah olumlu sonuçlar ortaya çıkarır. Bir kimsenin karamsar, ümitsiz, içsel yönden hezimete uğramış olması, kendisini ilgilendiren ya da kendi dışındaki olaylara sürekli kötü tarafından bakması, bir meselede yorum yaparken en kötü ihtimalin gerçekleşeceğine koşullanması bir anlamda kendisi için beddua gibidir. Bu ruh halinden sakınmak gerekir. Moral ve motivasyon başarının anahtarıdır. Kendimiz hakkında güzel şeyler düşünmemiz, o güzelliklere ve hayırlara kavuşmak açısından birer basamak olarak kabul edilir. Aynı zamanda olumlu düşünce sahipleri, kendilerinin başarısı için de dua etmiş olmaktadırlar. Kudsî bir Hadis’te Rabbimiz “Ben kulumun, Bana olan zannının yanındayım. Beni zikrettiği yerde, ben onunla beraberim” Müslim buyurmuştur. Yani Allah, bizim iyi ve kötü zanlarımıza göre bizlere tecelli edeceğini haber vermektedir. Bu, bir müjdedir. Bu sebeple, güzel düşünüp güzel sonuçlar beklemek câizdir hatta ölçülü şekilde yani meşru şekilde anlamak kaydıyla, bu psikoloji, bizlere Şer’an da tavsiye edilmiştir. Fakat “iyi ya da kötü ne düşünürsen, mutlaka o olacaktır; o başına gelecektir” diye kesin konuşmak ve bunu kesin bir kanun gibi kabul etmek doğru olmaz. Çünkü bizim düşündüklerimiz değil, Allah’ın diledikleri olacaktır. Bununla beraber, Allah, kullarını imtihan etmek için iman ve takvâ seviyelerine yahut onlara Rabbâniyetinin ve onları Tevhid’e kılavuzlamasının esbabı olarak içyüzünü bilmediğimiz belki de o kimsenin iç âlemiyle bağlantılı pek çok farklı sonuçlar yaratmaktadır. Burada önemli olan Allah ile bağımızı koparmadan, Allah’ın bizi çağırdığı en güzel hayırlara talip olmamız ve onları kazanmak için amel ettiğimiz için, duygu ve düşüncemiz yönüyle o güzelliğe kavuşma isteği açısından pozitif olmamızdır. Bunda bir sorun yoktur. Psikolojide bu tür bir moral-motivasyonla hareket etmek şirk olmaz! Ben bu konuyu genel bir bakış açısıyla 2 yönlü olarak şöyle özetleyebilirim 1- Yaşarken, olaylar karşısında olumlu düşünce sahibi olmamız, kendimiz için bir duadır. 2- Olaylar karşısında olumsuz, karamsar, kötümser ve kötücül düşünceye sahip olmamız da kendimiz için bir beddua olur/olabilir! Allah korusun! Bu nedenle Müslüman dedelerimiz, “insanın kendisine yaptığı kötülüğü kimse yapamaz” demişlerdir. Kendimize sürekli iyilik yapmak istiyorsak, gerçekleri göz ardı etmeden, gerçekler karşısında, olumlu fikirler üretmeliyiz ve sonuçta Allah’ın bize güzel bir sonuç vereceğine olan inancımızı yitirmemeliyiz. Böyle davranışa da İslâm’da “tevekkül” diyoruz. Biz kullara, her hususta Allah’a güvenip dayanmak düşer. Yûsuf Sûresinin 87. Ayetinde geçtiğine göre; Allah’ın rahmetinden ancak kafirler ümit keser. Ümitsizliğin ve karamsarlığın aşırısı insanı küfre dahi sokabilir. Hiçbir insan, içine düştüğü sıkıntıdan asla kurtulamayacağını düşünmemelidir, buna hakkı yoktur. Çünkü onu, o sıkıntıyla imtihan eden Allah’tır. Allah’ın takdirine rıza göstermek, belaları def eder. Allah, onun her halini görmektedir. Onun o anki durumuna göre sonuçlar yaratabilir. Aslında sıkıntının çözümü insanın kendi içindedir. Başarıyı sadece maddî ve fizîkî sonuçlara bağlamazsak durum sürekli böyledir. Başarı bazen maddî ve fizîkî yönde bazen de manevî yönde olabilir. Dolayısıyla, hayatımızda karşılaştığımız görünüş itibariyle iyi ya da kötü durumlar karşısında Allah’a teslim olmalıyız, sabretmeliyiz, olumlu/hayırlı sonuçlar ümit etmeliyiz, karamsar ve kötümser olmamalıyız. Sonuçta Rabbimiz, bizim bu kulluğumuzu takdir edecek dilerse sabretmemiz karşılığında bize sevap verecek, dilerse dünyada güzel vakitler geçirmemizi, nimetlerinden yararlanmamızı irade edip, akabinde şükretmemiz karşılığında sevap lütfedecektir. Bunlar, imtihanın cilvesidir. Bunların arka planını bilemeyiz. Ama bildiğimiz bir şey vardır ki, bizim Rabbimiz çok merhametli, çok lütufkâr ve çok âdildir. Biz, O’na alâ külli hal her halükârda hamd, şükür ve teslimiyet ile sığınırız. O da bizlere inşâAllah hem dünyada hem de ahirette iyilik ve güzellik verir. Yeter ki biz, kendi zaaflarımızla; aceleciliğimizle, cimriliğimizle, kötümserliğimizle, merhametsizliğimizle, hoşgörüsüzlüğümüzle, katı kalpliliğimizle ve katı sözlüğümüzle kendi ayağımıza çelme takmayalım, kardeşim... Rabbimiz şöyle buyurmuştur “... İnsanlardan öylesi vardır ki Ey Rabbimiz, bize dünyada ver!’ der. Ahirette ise onun hiçbir payı yoktur. Onlardan öylesi de vardır ki Ey Rabbimiz, bize dünyada da güzellik, âhirette de güzellik ver ve bizi ateş azabından koru!’ der.” Bakara 200, 201 Sadece dünyanın nimetlerini isteyip de ahiretin nimetlerinden mahrum olanlardan da olmayalım, inşâAllah… tarih can AydınÇEKİM YASASI-na inanmak Şirk midir ? Hayatımızı düşüncelerin şekillendirdiğini iyi düşünürsek iyi kötü düşünürsek kötü şeyler yaşayacağımızı Neyi düşünürsek onu yaşayacağımızı söyleyen bir yasa tarih Son YorumlarŞeyma Bu nadide soru ve cevapları için Ahmet Doyurucu bir yorum TeşekkürlerBaraa Bence çoooook güzel bir siteali İlmî Arapça Sayfası http//wwwali Faydalı Bir Maksud Programı httpali Faydalı Bir Emsile Programı httpDerya Atan Ağzınıza, yüreğinize sağlık hocammustafa Abi çook teşekküür ederimMedine Cenetin kapısın geçmek istiyomYusuf Allah razı olsun hocam çok anlaşıMeryem Verdiğiniz bu bilgiler için çok tmetin hadiste gecen Gölge Arsin gölgesiRüya Çok teşekkür ederimŞule Çok teşekkürlerAli Özbek Hocam Allah razı olsun mükemmel bfatma ellerinize yüreğinize sağlık cıddMehmet Bu site " mi mi mutluluk Çok güzel olmuş ellerinize sağlık
her şeyin sahibi allah tır